26 Şubat 2013 Salı

The Devil Wears Prada

Milyonlarca kız bu iş için kendini öldürüyor.



Mutlu bir Merhaba!
Bu filmi bilmem kaç kez izledim, ne zaman bir şey için pes etsem, ne zaman bir şeylerden bıksam, tamam şimdi ne yapacağım desem açar bu filmi izlerim.
Çünkü bu film bana güç verir hep, bir insanın bir amaç uğruna neler yapabileceğini, verdiği kararların doğru olup olmadığını anladığı anda yapması gereken şeyin aslında ne olduğunu direkt olarak yüzümüze çarpan bir film bu.
Bu kadar edebi konuştuğuma bakmayın siz. Film aslında o kadar eğlenceli, o kadar kaliteli, o kadar güzel ki o kadar o kadar.. söyleyecek bir sürü o kadar bulurum aslında. İzlediğimde hiç sıkılmadığım, gülümsediğimi fark ettiğim ve en sonunda evet yapabilirim dediğiniz bir film oldu mu hiç?? İşte benim filmimde bu. En çok sevmemin sebebi ise modaya olan tutkum, Paris aşkım ve Anna Hathaway tabii ki.
Evet moda dedim Paris dedim? Kızlar, izlemeyen varsa lütfen vakit kaybetmeden alın izleyin. Ayıp derim.




Konuya gelelim o zaman...

Endy üniversiteden yeni mezun olmuş, gazeteci olmak uğruna hukuk okumayı elinin tersiyle bir köşeye itmiş, şuanda ise harıl harıl iş arayan bir kızdır. Her yere başvuru yaptıktan sonra şans eseri Runway dergisinde görüşmeye gider. Ve işe kabul edilir! Runway'den söz etmek gerekirse.. Etrafı darmadağın eden, tüm medyayı kasıp kavuran bir moda dergisi bu. Bizim Vogue farz et. Ve en önemlisi ise bu derginin editörünün Miranda Priestly olması. Herkesin hayran olduğu bir kadın bu Miranda. İşin komik kısmı ise, modayla hiç alakası olmayan, sürekli abur cubur yiyen, Miranda'nın ismini bir kez bile duymayan kızımız Endy'nin kalkıp Runaway'de görüşmeye gitmesi. Ve işe alınması. İşte serüven burada başlıyor. Endy'nin Runaway'deki konumu, insanların onunla dalga geçmesi (herkes miu miu, chanel, dolce, takılırken bizim kızımız diz altı etek üzeri kazakla dolaşıyor çünkü.),  Miranda'nın tüm isteklerini yerine getirmek için verdiği çaba, öncelerde işinden nefret ettiği halde sonraları bu işi sevip Miranda'nın baş asistanı olması isteği, fakat sevgilisi ve arkadaşları ile arasındaki sorunlar, kendi kişisel zayıflıkları ve isteklerini gözler önüne seriyor. Tıpkı bizim hayatımız gibi.
Filmi izlediğinizde kaybolabilirsiniz, herkesin de söylediği gibi, milyonlarca kız bu iş için kendini öldürüyor, ki bende kendimi öldürebilirim! ama sonunda durup düşünüyorsunuz ve o defileler, moda haftaları, topuklu ayakkabılar, ceketler, Chanel'ler istediğimiz şeyler mi? İstediğimiz şey defile defile topuklu ayakkabı üzerinde gezip hayatın tüm olumsuzluklarına rağmen asla gardımızı düşürmemek mi? Siz hangisini seçerdiniz?


Bu arada Merly Streep, Miranda rolü ile o kadar özdeşleşmiş ki, o oyuncu değil moda editörü artık gözümde. 

Yine sınırları aşarak eşşek kadar yazı yazdım farkındayım. Yoruldum da, yarın işe 1 saat eksik uyumuş olarak gideceğim ama bu posta değerdi.
Şimdilik size Jimmy Choo'lu günler!
Sanırım benim seçimim belli oldu hahahah! :)

24 Şubat 2013 Pazar

Hangi dizide bir karakter olmak isterdiniz?


Herkese Merhaba!
Hoş, enerjik bir giriş oldu farkındayım. Aslında dinlediğim şarkıyı bir duysanız vallahi helal sana dersiniz bana.
Nedir bu mutluluğun, keyfin sebebi derseniz de cevabım belli. Aşık oldum ben. Ho hoh o. Beklemiyordunuz değil mi? Game of Thrones aşığı oldum ben!! Hayır neden izlemek için bu kadar vakit kaybettim bilmiyorum. Ama 2 günde 2 sezon, gayet başarılı bence?

Daha önce hiç dizilerden bahsetmemiş olabilirim. E tamam işte ilk postu yapıyorum. Diziyi izledikçe verdiğim tepkileri videoya çeksem, ya gülmekten ölürüm yada intihar ederim gibi geliyor. Öyle bir şey ki, izlerken beynime kan gitmiyor. Ya benim kişisel bir bozukluğum yada dizinin muhteşemliğinden kaynaklanıyor. Hele ki Ned Stark'ın öldürüldüğü sahne, hem ağlayıp hem nasıl küfür ediyorum görmeniz lazım ama. Ne asap kaldı ne izleme hevesi.
Şu soru nereden geldi aklına derseniz, içimden şunu dedim. Ah be ben şu dizinin içine bir girebilsem hepsini teker teker öldürsem!! Ya dedim aslında, böyle yeşil bir cin belirse dumanlar arasından ve dese ki; söyle bakalım Çağla, hangi dizinin içinde bulunmak istersin? Hangi karakter olmak istersin? Ne yapmak istersin? Ama nerede... izleyeceğiz, bekleyeceğiz, el mahkum.


Ama eğer öyle bir şey olsaydı, benim isteyeceğim;
Game of Thrones'de olmak isterdim. Karakterimde şöyle karma bir şey olsun Khaleesi gibi ejderha soyundan geliyorum ve bir soy daha uydurdum güçlü mü güçlü su. İkisinin birleşimden geliyorum en güçlü benim! Kafamda senaryoyu bile değiştirdim! Güçlününde güçlüsüyüm! Neden mi? Ee başka alamam Ned Stark'ın intikamını! İntikam diye yanıp tutuşuyorum. Adamı acımadan çöt diye öldürdüler! bak yine başa sardım.. Öyle güçlü olmam lazım, öyle güçlü olmam lazım ki Joffrey'i geberteyim kılıcımı kıçından batırıp burnundan çıkarayım (ıyy ne pis bir şey çıktın be demeyin izleyin!), Annesi olacak o sarı çiyanı da saçlarından yere çivileyip ateşe vereyim, Ned Stark'a ihanet eden o şerreffsizz Baelish'ide kazığa oturtayım. Evet şuan tek istediğim bu.. he birde Robb Stark ile evlenebilirim ee evlendi o demeyin ayırırız, dert değil, kız çirkin bir şey zaten. İşte böyle ben daha ne kadar sinir krizleri yaşayacağım orası meçhul. İzlemeyenler varsa şiddetle tavsiye ediyorum İZ LE YİN!


Şimdilik sakinleştim, bakalım siz neler hissedeceksiniz?
Winter is coming..
Kocaman Öpücükler!

One Day - Twenty years, two people..

Dımdırım dırımmm..
Yine bal kaymak tadında bir film ile karşınızdayım. Sanki bal kaymağı çok seviyormuşum da sürekli yazıyorum bu cümleyi, ama öyle değil. Bundan sonra tereyağı ve reçel tadında yazsam olur mu? Hayır olmadı.

One Day, The Notebook'tan sonra en sevdiğim romantik filmler kulvarında 2. sıraya yerleşti. Tabii ki yeni izlemedim, sinemada izledim filmi ve ağladığımı hatırlıyorum sonunda. Çağla'cım sende her şeye ağlıyorsun yahu, demeyin sakın. Çok ama çok alınırım. Filmleri izlemekten öte yaşıyorum ben.


Peki bu filmi izlemeye nasıl karar verdim?

Varan1 Anna Hathaway başrolde, bu kadını o kadar seviyorum o kadar seviyorum ki nedenini hiç bilmesem de bu kadının oynadığı her filme hiç düşünmeden evet! İlk Acemi Prenses'te tanımıştık kendisini. Çirkin ama içinde dışarı çıkmayı bekleyen bir güzellik barındıran kendi halinde yaşayan bir liseliyi canlandırıyor, daha sonra prenses olduğunu öğrenip güzelleşiyordu. O filmi de çok sevmiştim bilindik romantik komedi filmleri tadında tatlıydı. Ama bu kadın benim kalbimde Şeytan Marka Giyer filminde taht kurdu. Hikaye yine aynı aslında, film başında paspal, kendine bakmayan bakımsız bir kadınken Runaway adlı moda dergisinde çalışmaya başlayınca kızımız evrim geçiriyordu. Film harika! Şuanda bir sonraki postun bu film olacağına karar verdim.

Varan2 o film afişi nasıl güzeldir öyle? Önce kitapçıda gezinirken gördüm bu afişi yine kitap kapağında da var. Ve dikkatimi çekti aldım okudum büyükte zevkle okudum, sonra öğrendim ki aslında bir filmmiş durmadım, koştum, dağları deldim izledim. Ve bu mükemmel filmi hafızama kazımış oldum. Afiş yukarıdaki görsel bu arada. Evet beğendiniz biliyorum.

Filmin konusuna gelirsek..
Bir kız olarak sevgilimin aynı zamanda çok iyi anlaştığım, çok eğlendiğim en yakın arkadaşım gibi olmasını istemişimdir hep. Film ise iki arkadaşın birbirine olan aşklarını anlatıyor. Yalnız o kadar yalın, o kadar abartısız anlatılıyor ki, evet ya diyorsunuz. Gerçekte de hep böyle olmaz mı?
Kızımız Emma, oğlumuz Dexter ( Dexter deyip geçmeyin Jim Stugerss bu çocuk. Amma da yakışıklı hani. Severim kendilerini.) aynı üniversiteden mezun oldukları gece bir yakınlaşma yaşarlar ama bu yakınlaşma ne yazık ki yakınlaşamama olayına dönüşür. Ve o geceden sonra arkadaş kalmaya karar verirler. Dexter ailesi zengin, öz güveni tam, yakışıklı mı yakışıklı bir o kadarda şımarık bir çocuktur. Emma ise kendi halinde, ayakları üzerinde durmaya çalışan ailesinden ayrı yaşayan duygusal ve özgür ruhlu bir kızdır. Dexter'e de aşıktır sular seller gibi şiirler bilmemneler yazar hep. Göreceksiniz zaten. Filmde bunu çok açık bir şekilde anlayabiliyoruz. Emma Dexter'in hep yanında olmuştur, iyi anında kötü anında huysuz anında, başkaları ile sevişirken, ona rüşvet teklif ederken ve daha bir çok anda.. Dexter ise Emma'ya çok bağlı bir şekilde her gün başka bir kızla, her istediğini yaparak hayatını geçirirken kariyerini, evliliğini ve ailesini yok ettiğinin farkına varamaz. Bunu fark ettiğinde ise sığınacağı tek kişi Emma'dır. Fakat uzun yıllardır beklediği Dexter'i evlenince Emma başka biri ile beraber olmaya başlar, ve mutludur da - ya da öyle görünmek istiyordur- Dexter, boşanıp Emma'nın yanına koşarak geldiğinde bu gerçek ile karşı karşıya kalır. Fakat ne olur ne olmaz bu aşık kuşlar itiraf ederler sonunda, Dexter doğru yolu bulur evlenirler, Dexter umursamaz bir adam olan kısmını geride bırakır ve Emma için tamamen değişip mükemmel bir erkek haline gelir. (Beyler bakın isteyince oluyor.) Her şey yolunda giderken bizim aşıklarımız tam kavuşmuşken, filmin gerçekçi olduğunu söylemiştim yukarıda. Ayrılmak zorunda kalırlar, ama bu ayrılır öyle sevmiyorum artık çek git cinsinden değil.

Emma'yı özlüyor musun baba?
- Elbette özlüyorum, o benim en yakın dostumdu.
Şimdi en yakın dostun kim peki?
- E herhalde sensin.



Film yavaş ilerliyor fakat sıkılmayacağınızın garantisini verebilirim, her anı tek tek konuya katmayarak, yıllara göre ilerliyor film, 20 yılı yaya yaya anlatıyor bize. 20 yılda insanların yaşadıkları iniş çıkışları, değişen duyguları, hayat şartlarını vurguluyor. 90'ların da ruhunu seviyorum diyorsanız eğleneceğinize eminim.
Benim en sevdiğim sahneler Emma ve Dexter'in beraber tatile gittikleri sahneler olmuştu. Ve şu repliği asla unutamam sanırım.

Yarın ne olursa olsun bugün yaşanmış olacak.

Factory Girl

Selam Millet,
Şimdi isim Fabrika Kızı olunca bir iticilik yaratabilir, ki bende yaratmıştı ama özünde bu ismin bir açıklaması var. Ve özünde bu film dönüm noktası idi bende.


Konuya hızlı bir girişi isminden başlayarak yapıyorum, fabrika bizim o bildiğimiz fabrikalardan değil. Andy Warhol'un filmlerini çektiği yer. Andy bu eski fabrikayı alıyor kendine göre bir stüdyoya çeviriyor ve filmlerini çekiyor. Evet Andy Warhol dedim. Evet film gerçek bir hikayenin uyarlanması. Ama Andy Warhol'u anlatmıyor, film Edie Sedgwick'in hayatını anlatıyor
.
Film Edie'nin muhteşem şaşalı görünen hayatının gerçek yüzünü gözler önüne seriyor. Peki kim bu Edie? Edie 60'ların kült ikonlarından soyu kraliyete dayanan acayipte parası olan bir süperstar. İşte film Edie'nin bilinmeyen hayatını konu alıyor. Ben bu filmi nereden gördüm de izledim soruna gelirsek eğer, şu videoyu izledim ve çok etkilendim. Bu bir klip mi film mi acaba diye harıl harıl bir araştırma yaptıktan sonra filmi buldum. Bulur bulmaz da izledim ve hayatımın filmi oldu.

Filmin konusuna geçmeden önce oyuncular kimlermiş?
Edie rolünde güzeller güzeli Sienna Miller var. Andy Warhol rolünü ise Guy Pearce üstlenmiş. Ancak bu kadar yakışabilirdi bir insan bir role. Ve filmi deli gibi izleme sebeplerimden en büyük etken Hayden Christensen. Yani namıdeğer Anakin'imiz. Kendisini Star Wars'ta ilk gördüğümde aşık olmuştum. Burada ise Bob Dylan rolünü canlandırıyor. Dylancılar koşun!

Filmin konusuna gelecek olursam, dikkat kendimi kaybedip sayfalarca yazabilirim..
Film şu replikle başlıyor.

60 larda bir kişi beni kendine hayatımda tanıdığım herkesten daha fazla hayran bıraktı. Tecrübe etmiş olduğum bu hayranlık hissi aşkın bir çeşidine muhtemelen çok yakındı. -Andy Warhol

Film Edie'nin bir rehabilitasyon merkezinde kendi yaşadıklarını anlatması ile başlıyor. -1970

Bir keresinde bir partiye gitmiştim ve orada bir falcı vardı. Avucuma baktığında öylece dondu kaldı.

Bende ona biliyorum, hayat çizgim kırık, 30 umu geçemeyeceğimi biliyorum dedim. Şu gülümseyen aile resimlerini bilirsin hani şöminenin üstünde duranlar. Ben onlara bakamam bile, çünkü ne gizlediklerini asla bilemezsin. Bir Life dergisi fotoğrafçısı 'İdeal Amerikan Ailesi'ni' fotoğraflamak için evimize gelmişti. Mutlu ve sevimli görünüyorduk, ama bunun altında gerçek aslında hiçte öyle değildi.

Edie hayatı çok ciddiye alıyorsun kafasında yaşayan, sürekli gülen, güzeller güzeli bir kız. Andy ile bir sergide tanışıyor ve Andy için vazgeçilmez olmayı başarıyor. Andy'nin yanından asla ayırmadığı, beraber filmler çektiği, sürekli övgüler yağdırdığı, herkese süperstar diye tanıttığı bir kız oluyor. New York'ta adından söz ettirmeye başlıyor, dergilerde boy boy fotoğrafları basılıyor. Hayatı harika giden bu kızın tek hatası aşık olmak oluyor.

Film, bir kadının başına daha ne gelebilir ki? sorusunu sorgulatıyor insana. Benim için en önemli noktalardan biri ise Edie'nin onunla gitmemek hayatımda yaptığım en büyük hataydı cümlesi. Hayden Christensen yani Bob dylan -gerçi filmde bu kişinin Bob Dylan olduğundan bahsedilmemiş- Edie'ye sende bundan daha fazlası var olman gereken yer burası değil diyor sürekli. Ama Edie'yi bu hayatın içinden kurtaramıyor ne yazık ki. Bir adam nasıl bu kadar aşık olmasına rağmen o kadını bırakıp gidebilir, onun batışını izleyebilir aklım almıyor. Kendi kendimi yeyip durdum filmde. Ama Bob yapıyor bunu Edie'yi bırakıp gidiyor. Filmde en etkilendiğim sahneler zaten Edie ve Bob arasında geçen sahnelerdi. Bob'un Ediye son sözleri ise şunlardı.

Edie haydi, benimle gel.
Çok korkuyorsun bebeğim. Aslında hiçbir anlamı olmayan her şeyi kaybetmekten çok korkuyorsun. 
Kendine iyi bak bebeğim.

Edie Andy'den nefret edemiyor, onu ve içinde bulunduğu hayatı öylece bırakıp gidemiyor. -Ki bu hayat öyle bir hayat ki ilk öpüştüğün erkek kim sorusuna Fuzzy diye cevap verdiği, babasını komşusu ile yatarken görüp annesine söylediğinde onu bir hastaneye kapattıkları, erkek kardeşinin tercihleri farklı diye onu dışladıkları, o intihar ettiğinde cenazesinde kimsenin ağlamadığı, ve daha bir çok şey. Söylemem gerekir ki Fuzzy Edie'nin babasına verdiği isim.
Hayatının en büyük hatasını yapıyor Edie ve ondan nefret edemem diyor Bob'a. Ve bu çöküş ardından her şeyini kaybediyor.


Hem Edie'nin göz kamaştırıcı ve ne yazık ki dehşet verici hikayesini, hemde Andy'nin Factory'sini anlatan film bence olmuş. Siz de nasıl bir etki bırakacağını bilemiyorum.


Eternal Sunshine of the Spotless Mind


Merhaba sevgili okurlar, sevgililer, sevgilisizler, mutsuzlar, mutlular, memnuniyetsizler. Her ne iseniz.. Merhaba.




Çok ama çok özel bir filmi konu alıyorum bu akşam, neden bu filmi anlatıyorum olayına gelirsek eğer, tamamen kişisel, yada saçma sapan duygular birikimi. Bu filmi izlediğimde ciddi anlamda depresyondaydım, gerçi şuan da pek farklı mı? sanmıyorum. O zamanlar küçük olduğum zamanlar tabi, depresyon benim için ağlamak, ağlamak ve ağlamak, yataktan dışarı çıkmamak, kulağında kulaklık saatlerce neden sorusunu sormak, bak bu şarkı güzelmiş iyice ağlatır deyip kendime işkence etmekti. Şimdi ise durumlar biraz farklı. Ağlayamazsın çünkü sabah kalkıp okula/işe gitmek zorundasın. Ruh gibi dolaşamazsın çünkü sorumlulukların vardır. Kafan hep meşguldür yani. Her neyse.

Filmin oyuncuları ayrı ayrı aşık olduğum iki insan. Jim Carrey ve Kate Winslet. Filme baştan +1 bu isimlerden gelmekte. Diğer +1 ise filmin konusunu okuduktan sonra bende işte istediğim şey bu! duygusuydu. 
Filmde Clementine ve Joel birbirinden ayrılan iki çift. Ve Clementine zihninden Joel ile ilgili olan tüm anılarını sildiriyor. Sanki Joel hayatında hiç olmamış gibi. Hey ne harika değil mi dostum! Hayır, değil.. Evet filmi bu kafada izlemiştim ben de. Diğer +1 ise Kate'in Clementine karakteri için saçlarını rengarenk boyaması, Joel'in ona mandalinam demesi, filmin çekildiği yerler, beraber paylaştıkları şeylerin benim hayalimdeki şeyler olması. Ben anlatmaya devam edeyim o zaman.

Clementine sildiriyor tüm anılarını, mutlu mesut hayatına devam ediyor. Joel bir gün Clementine ile karşılaşıyor, çılgına dönüyor sonrasında. Nasıl sanki beni hiç tanımıyormuş gibi yapar? diye delirirken, arkadaşı bir zarf tutuşturuyor Joel'in eline. Joel tüm olayı anlıyor, anlaması ile yıkılması da bir oluyor tabi.
Joel ne yapıyor peki? Gidiyor aynı kliniğe, Clementine ile olan tüm anılarını sildirmek istiyor. Olacak iş mi ne yaptın Joel şimdi? diyemiyorsun.. Clementine yapmış bir kere.
İşte film Joel'in anılarının silme işlemindeki süreci anlatıyor, Joel'in zihninde Clementine'in yerini, ona olan sevgisini. Joel'in anılarını silmek için her şey tamamlanıyor, son süreç olarak onu uyutup zihnindeki anıları silmek kalıyor. Ama Joel nasıl aşıksa Clementine'e zihni o anıları silmek istemiyor. Joel'in zihni ile kavgası, Clementine'yi zihninde alıp oradan oraya sürüklemesini anlatıyor film. Hem Joel'in zihnini anlatırken hem de gerçek dünyada ne olup bittiğini anlatıyor bize. Clementine'nin yaşadığı eksiklik, depresyon, ve kendisine ne olduğunu bilmeme hisleri, ve daha bir çok şey. Sonunda Joel'in anılarını silme işlemi gerçekleşiyor. Ve Clementine'yi zihninden siliyor. O asla olmamış gibi. Sonra da uyanıp hayatına devam ediyor. Tıpkı Clementine'nin yaptığı gibi. Fakat şunu asla unutmamız gerekir ki; Birini aklınızdan silebilirsiniz, ama onu kalbinizden atmak başka bir hikayedir. Hikaye tabii ki burada bitmiyor. Her zamanki gibi sonunda ne olduğunu anlatmayacağım. Hiç kıl olmayın şimdi prensip meselesi. Oturup o kadar yazmışım bir de sonunu istiyorsunuz. Olacak iş değil. Bir aç izle canım! Film Imdb'de 8.4 almasına rağmen, ben daha fazlasını hak ettiğini düşünüyorum. 
En sevdiğim replikler ise şunlar olmuştu.

Clementine: Pek konuşmayan bir tipsin, değil mi?
Joel: Sadece.. Pek ilginç bir hayatım yok. İşe giderim, eve dönerim.. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Günlüğümü okumalısın. Bomboş denebilir..



Joel: Şu anda ölebilirim Clem.
Çok mutluyum.
Daha önce hiç böyle hissetmedim. Şuanda tam olmak istediğim yerdeyim.



Clementine: Gerçekten mi? Bu seni üzüyor mu? Ya da kaygılanıyor musun? Ben hep hayatımı tam olarak yaşayamadığım düşünüp kaygılanırım. Her imkanı değerlendirmek hiç bir anı boşa harcamamak isterim. Sen gerçekten çok tatlısın. Tanrım, böyle demeyi kesmeliyim! Seninle evleneceğim. Bundan eminim.


Hepinize kocaman öpücükler.

Kim bu Pretty Woman?


Hello All,

Pretty Woman'lık yapma, bu kız beni delirtecek tam bir pretty woman kalıplarını duyuyoruz elbet, ve düşünüyoruz kim bu pretty woman canım? Pretty Woman kimse değil sevgili okurlar, o bir film.


Hemde öyle bir film ki sonunda ağzım kulaklarımda evin içinde üç tur attırdı bana, bu film insana hayaller kurdurtmayı başarıyor. Filmin konusunda zengin erkek fakir kız yahut tam tersi zengin kız fakir erkek aşk hikayesi. Tam bir nostalji. Edward Levis çok yakışıklı, varlıklı bir adam, fakat özünde onu diğer varlıklı insanlardan ayıran bir etken var, o içinde bulunduğu ışıltılı ortamdan çok sıkılmış, insanların para uğruna yaptığı şeyleri izlemekten hoşlanmayan biri. Sevgili Edward bir gün Hollywood Caddesinde Vivian ile tanışır. Ve bu kendi halinde hiçbir şey umrumda olmayan kız onu etkilemeyi başarır. Vivian ise fakir küçücük bir evde hem iş hem ev arkadaşıyla yaşamaya çalışan eskort bir kızdır. Kader ikisini Hollywood caddesinde birleştirir. Nasıl mı? Edward yol sorar Vivien'a, oda para karşılığında yeri tarif eder. Yalnız Edward Vivien'den o kadar etkilenir ki, geceyi onunla geçirmek ister. Geceyi geçirdikten sonra ise, ondan bir haftayı kendisi ile beraber geçirmesini ister. Tabii ki para karşılığında! Bu sayede Vivien işini yapacak, Edward ise yanında farklı bir kadınla olacaktır. Hatta Vivien o kadar şanslıdır ki Edward ona alışveriş yapması için para verir, tüm bu lüks hayatın içine Vivien'i sokar. Fakat işler birazcık planların dışına çıkar. İkiside birbirlerine aşık olurlar, özellikle de kimseyle öpüşmemesi gereken Vivien, Edward'ı öper.


 Sonrası mı? O kadar anlattım, sonunu anlatırsam büyüsü kaçar! Herkese iyi seyirler :) 


Film önerisi mi istemiştiniz?


Herkese Merhaba!

Umarım günleriniz keyifli geçiyordur, eğer çok keyifsizim be Çağla'cım diyorsanız da koşun buraya bu listeyi kaçırmayın. İzlediğim ve etkisinden kurtulamadığım, veyahut çok ağladığım, veyahut çok pis gaza geldim hepinizi vurucam çekilin dediğim filmler işte bunlar.

The Notebook. Bakın bu film insanı hem rezil eder hem vezir. Bu film hem mutlu eder, hem salya sümük ağlatır sizi. Rachel Mcadams ve Ryan Gosling'in başrollerini paylaştığı, zengin kız fakir çocuk aşkından çok daha ötesini anlatan bu güzelliği izlemediyseniz çok şey kaybettiniz.



Avatar. Yoruma gerek yok aslında sinemadan çıktığımda hayatımda gördüğüm en güzel film bu en güzel en güzeli diye bağırdığımı hatırlıyorum. Mümkünse eğer 3 boyutlu izleyin. Filmdeki her şeye aşık olacaksınız. Özellikle de doğaya karşı yapılan eleştiriye. Bu film çok farklı bir boyut. Hayal gücünüzün derinlikleri ve daha fazlası gibi. İnsana insanı, doğayı, her şeyi sevdirmeyi başaran bir film.



The Lord Of the Rings. Bu seriyi 9898898.. kere izlemişimdir. İzlemeyen yoktur herhalde? Zaten her zaman söylerim! İnsanları ikiye ayırıyorum, Yüzüklerin Efendisi izleyenler ve izlemeyenler. İzlemediyseniz ciddi anlamda büyük bir kayıp yaşadınız demektir. Her şeyi geçtim Legonas için izlenir bu film canım!




Dead Poets Society. Lise 2 yada lise 3'tü izlediğimde hatırlamıyorum. Edebiyat hocamın önerisiyle izlemiştim. Bende çok derin izler bırakan bir film. Katı kuralların kol gezdiği bir okulda öğrencilerine özgürlüğü aşılayan tek bir öğretmen vardır, O da Robin Williams. İzlemek için bir sebebiniz daha oldu değil
mi?




Amelie. Amelie = mutluluk, mutluluk = Amelie demek. Bu filmi izledikten sonra pembe gözlüklerimizi takıyoruz. Kendimizi iyilik yapmaya adıyoruz ve bir hafta boyunca relax geziyoruz. Audrey Tautou'nun başrolde oynadığı filmin müziklerini Yann Tiersen yapmış. E daha ne olsun??




The Shawshank Redemption. Veee.. gelelim Esaretin Bedeli'ne. Bal gibi kaymak gibi bir film bu. Tadından yenmez. Imdb top 250 de ilk sırada olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Andy'nin Shawshank hapishanesine gittikten sonra geçirdiği zamanı anlatan eşsiz bir film. Gerçek hayatı gözler önüne serdiği bir gerçek. Çok ince ayrıntılar ve dağlar kadar mesajlar var filmde. Eğer filmi izlerseniz sonunda apışıp kalmak nasıl olurmuş anlayacaksınız.




İnception. Leonardo Dicaprio olurda o film harika olmazmı? İnception bir harika dostum!



Fight Club. Yakında bir sürü repliğini paylaşacağım Bradd Pitt, Edward Norton, Helena Bonham Carter'in başrollerini paylaştığı Chuch Palahniuk'un yazdığı devasa film. İzlemeyen yoktur geçiniz.



Leon. İzlemeden ölmeyin bunu. Natelie Portman burda daha minnacık, ve ayyaş babasının borçları yüzünden kötü adamlar tüm ailesini öldürüyor. Üvey annesi ve üvey ablası umrumda bile değil aslında. Ama minik kardeşi, işte o umrunda. Kiralık bir katil olan Leon'a şunu söylüyor Natelie "ben katil olmak istiyorum." Sting'in Shape of My Heart'ı da bu filmin soundtrack'idir. Buda cabası.




Sweet November. Dilimize Kasım'da aşk başkadır diye çevrilen, Kasım ayını bize sevdiren bu filmde Charlize Theron ve Keanu Reeves başrolleri paylaşıyor. Her ay farklı erkeklerle olan, beraber olduğu erkekleri değiştiren Sara, Kasım ayı erkeğine aşık olur. Ve ortaya Enya - Only Time parçası eşliğinde mis gibi bir film çıkar.



Uykumun gelmesi ve yazma isteğimin önüne geçememekten ötürü bu liste şimdilik bu kadar. Siz bunları bitirin bende daha çok oha! bu nasıl filmdi öyle! li filmler var. Yorumlarınızı bekliyorum.

Dayanamadım yazdım! Vicky Cristina Barcelona


Selam Vicky Cristina Barcelona severler,
Bende bu filme karşı bir takıntı oluştu sanırım, oyuncuların saç ve makyajları, seçilen kostümler, o bohemlik ve rahat tarz. Bir çok Barcelona karesi, etkilendim çok etkilendim!

Etkilendim vol 1 Penelope.
Bu kadına olan sempatim bu filmde daha da artıyor sevgili okuyanlar, filmde hayata bakış açısı bambaşka, sanatçı ve çok aşık bir kadını canlandıran Penelope, hafif dağıtmış olarak çıktı karşımıza filmde. Saçları genelde dağınık, elinde sigarası ve sürekli ispanyolca konuşarak Antonio'yu çılgına çevirmesi benim fazlasıyla hoşuma gitti. Kuralları olmayan özgür ruhlu bir kadın.


Penelope'yi ilk bu sahnede görüyoruz, kıyafetine ve saçlarına yorum yapmıyorum! Bu kadar dağınıklık tek bir kadına yakışabilirdi sanırım oda Penelope!


Sabahlık ve dağınık saçlar yine rövançta.


Ben bu fotoğrafı alıp odama asmak istiyorum! Filmde de Cristina çekiyor bu fotoğrafı zaten. Tek kelimeyle kusursuz.

Etkilendim vol 2 Scarlett.
Bu kadından etkilenmeyen var mıdır? Scarlett rahat bir tarz yakalamış filmde, giydiği kıyafetler genelde ispanyol paça pantolanlar, gömlekler, kot ve topuklu sandalet olmuş. Çokta güzel olmuş. Bakınız.


Bu look'u gerçekten çok ama çok sevdim, peki biz giysek böyle güzel olur mu Çağla'cım diyorsanız, valla Scarlett kadar olur mu bilmem ama deneyelim görelim derim. Geçiniz.


Burada ise kızımız Cristina, Antonio ile romantik bir akşam geçirmeyi planlıyor, ama mide ülseri buna izin vermiyor. Yine Scarlett'in bu sahnedeki çekiciliği, saçlarını dağıtması, dudaklarını sürekli ısırması oyuncuyu çekicilik konusunda tekrar vurguluyor.



Sanatla ilgilenmeyi çok seven Cristina, anlatmak istediği çok şey olduğunu fakat onda bir yetenek olmadığını söylüyor filmde, Maria Elena ise yani sevgili Penelope ona yetenekli olduğunu ve çektiği fotoğrafları sevdiğini söylüyor. Maria Elena, Cristina'ya fotoğrafçılık hakkında bildiği her şeyi anlatıyor, ona karanlık bir oda yapıyor ve beraber çalışıyorlar. Ve filmin belki de en çok ses getiren sahnelerinden biri. Maria Elena ve Cristina karanlık odada yakınlaşıyorlar. 


Etkilendim vol 3. işte yukarıda gördüğünüz bu sahne. Herkese kucak dolusu sevgiler!

Sıcak Sıcak Post!



Boş durmadım oturdum Vicky Cristina Barcelona'yı izledim. Aslında bu filmi daha önceden izlemiştim sene bilmem kaç. Ve çok garip bir şekilde filmi sevdim sevmesine ama bir şey anlamadan sevmiştim. Sanırım Penelope Cruz ve Scarlett Johansson'dan kaynaklanan bir durum. Mükemmel Barcelona manzaraları da cabası.  Her neyse geçiniz.

Film Vicky ve Cristina isimli iki arkadaşın Barcelona macerasında gelişen kişisel değişimleri trajikomik bir şekilde konu alıyor. Söz konusu bu iki arkadaş birbirlerinden çok farklı iki kişilik. Vicky nişanlanmak üzere olan, ne istediğinden emin, her zaman kararlı ve hedefleri olan bir kız. Cristina ise romantik, cesur, ne istediğini bilmeyen fakat ne istemediğini bilen bir kız olarak tanıtılıyor filmde. Birbirlerine ne kadar zıt olursa olsunlar, birbirlerini tamamlıyorlar ve tek bir bedende birleşip bir kadın oluyorlar aslında. Sanırım Juan Antonio'nun da iki kadına birden ilgi duymasını bu şekilde tanımlayabilirim. Haydaa kim bu Antonio diyenler için: Juan Antonio öz geçmişi pek iyi sayılmayan bir ressam. Antonio ve bizim kızlar bir restoranda sohbet ediyorlar, (ne kadar sohbet aslında o biraz tartışılır Antonio'nun sohbet ederiz, şarap içeriz ve sevişiriz ne dersiniz? şeklindeki teklifi) Antonio bir teklifte bulunuyor ve Cristina bu teklifi memnuniyetle kabul ederken Vicky kesinlikle karşı çıkıyor. Sonuç olarak Cristina Vicky'i ikna ediyor ve Antonio ile hafta sonu gezisine çıkmaya kabul ediyorlar. İşler tabii ki bu olaydan sonra kızışıyor.

Aşk, kronik tatminsizlik, belirginleşmemiş duygular, bol bol şarap, Barcelona. Bu kelimelere yakınlık duyuyorsanız film size hitap ediyor demektir. Ayrıca filmin efsane müziğini bilmeyen yoktur diye düşünüyorum, bilmiyorsanız bile çaktırmıyoruz. Bir bakarım diyenler buradan. Penelope Cruz'un çığlıkları, Scarlett'in kendi kendini yeyip bitiren düşünceleri ve güzeller güzeli Barcelona manzaralı bu film kesinlikle içimi ısıttı.
Bir sonraki filmde görüşmek üzere!

Angel-A




İlk filmimiz Angel-A

Son zamanlarda izlediğim ve etkilendiğim filmlerden biri Angel-A. Yalnız dikkat etkilendiğim dedim çok etkilendim demedim! Abartı, mübalağa yapmıyorum. Yaptığım filmler de olacak elbet.. Etkilenmek derken kasıt nedir Çağla? Şöyle efenim; bu film insanı ne şaşırtıyor ne kafasını karıştırıyor ne heyecanlandırıyor, fakat bu film öyle bir film ki sanki hayatı olduğu gibi yansıtmış bize.
İzledikten sonra yüzünüzde bir gülümseme, ruh halinizde depresyondan mutluluğa doğru yöneliş oluşabilir. Şahsen bende yarattığı etkiler bunlar. Sonralıkla film Paris'te geçiyor bu izlemeniz için en büyük faktör bence! yani benim için öyle olurdu.

Filmin Konusuna değinmeden önce oyuncular kimlermiş?

Aman efendim bu resimde gördüğümüz adam şu klipteki esmer adam değil miydi? Evet ta kendisi ismi ise Jamel Debbouze. Kendisi Fas asıllı Fransız bir oyuncu. Jamel'i Asterix ve Oburix filminde de görüp bayağı gülmüştüm. Bu filmde ise yine hareketleri, mimikleri ve doğallığı ile beni benden aldı.
Yine resimde gördüğümüz taş gibi hatun ise (filmi izlemeden önce bu mu taş gibi Çağla'cım diyenler olacaktır aranızda) Rie Rassmussen. Açık ve net söyleyeyim başka da oyuncu yok filmde.

Filmin konusuna gelirsek, işte en sevdiğim bölüm;
Andre, Paris'in yarısına borcu olan, kendi halinde ortalarda dolanan bir dolandırıcıdır. Hapse girmek yerine ölmeyi yeğler. Ve bu düşünceyi kendisine kabul ettirdiği sırada bir köprünün üzerine çıkarak intihara kalkışır. Sevgili Andre kendi çapında son konuşmasını yaparken yalnız olmadığını fark eder ve sol tarafında duran uzun bacaklı, sarışın hatunu görür. Bizdeki tabir ile intihar ederken bile rahat yok allam yarabbim ya! diye söylenirken bu hatun kendini atıverir denize. Andre'de peşinden atlar ve kızı kurtarır. Kahraman olduğunu düşünüyorsanız sakın, çünkü Andre bir kahraman değil üzgünüm. Fakat bu Andre'nin hayatında bir çok şeyin değişmesine sebep olacaktır.
Keyifli bir vakit geçirmek istiyorum, vurdulu kırdılı filmlerden öö geldi ama romantzim uğruna salya sümük ağlamaktan da bıktım diyorsanız, Angel-A sizi bekler.
İzledikten sonra olumlu yada olumsuz yorumlarınızı bekliyorum. Herkese iyi seyirler!!

Say Hello!


Herkese Selam,
Filmler ile düzenli bir ilişki kurduğum ve film yorumu yapmadan ömrümün geçmeyeceğini anladığım için buradayım. Evet aynen öyle, tahmin de ettiğiniz gibi izlediğim tüm filmlerin yorumlarını paylaşıyor olacağım sizlerle. Karşınızda hayatın uçan fillerden ve yediğimizde bizi minik insanlar yapan haplardan ibaret olduğunu düşünen bir kız olduğunu unutmayın. Filmler hayatımızda en az müzik kadar önemlidir. Evet onlar benim bebeklerim. Hepiniz adına hoşgeldim!